Bienal, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin Tophane’deki yeni binasının yanı sıra Pera Müzesi ve Büyükada’da ziyaretçilerini ağırlıyor. Yirmi beş ülkeden elli altı sanatçının iki yüz yirmiden fazla eserinin sergilendiği bienale, Türkiye’den sekiz sanatçı katılıyor. Birbirinden farklı alanlarda çalışan sanatçıların bienal için özel olarak ürettiği otuz altı yeni eser de bienalde yer alıyor.

  Yedinci Kıta; sanatı, insanın etkilerini, takip ettiği yolları, bıraktığı izleri ve insan olmayanlarla etkileşimini araştıran bir antropoloji olarak tanımlıyor. Bienal ana başlığını; Antroposen Çağı’nın küresel ısınmayla birlikte en gözle görünür sonuçlarından biri olan, Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki devasa atık yığınından alıyor. Popüler bilimdeki adıyla “Yedinci Kıta”, 3.4 milyon kilometrekare genişliğinde, yedi milyon ton ağırlığındaki bir plastik yığınından meydana geliyor. İnsan atıklarının okyanusun ortasında dünyaya yeni bir kıta kazandırdığı bu olay, 16. İstanbul Bienali için ekolojik sorunlar karşısında sanatın güncel durumunu pek çok sanatçı, düşünür, antropolog ve çevreci ile birlikte araştırmak için bir çıkış noktası oluşturuyor.

  İçinde yaşadığımız dünyanın yeni bir jeolojik çağa girdiği konusunda pek çok bilim insanı hemfikir. Antroposen adı verilen bu yeni çağın en belirgin özelliği ise ona, jeolojik faaliyetlerden ziyade insan faaliyetlerinin yol açmış olması. Antroposen’de gezegenin insan eli değmemiş köşeleri gitgide azalırken, yerleşim merkezleriyle diğer canlıların paylaştığı kırsal arasında var olduğuna inanılan kültür-doğa ayrımı da ortadan kalkıyor.

  “Yedinci Kıta, yağmur ormanlarının yandığı ve plastik moleküllerinin okyanusları doldurduğu, içine girdiğimiz yeni dünyanın adı.” diyen küratör Nicolas Bourriaud Yedinci Kıta imgesinin artık herkes için fazlasıyla tanıdık olduğunu söylüyor: “Sanayi atıklarından görünmez olan okyanusların, plastik torbaların ve kulak temizleme çubuklarının arasında yüzen balıkların ve diğer deniz canlılarının imgesi. Ancak 16. İstanbul Bienali, bu kıta düşüncesini ciddiye almak ve bu kaypak alanı insanların ve insan haricindeki varlıkların mecburen bir arada var olduğu, henüz keşfedilmemiş bir arazi olarak değerlendirmek niyetinde. Bir zamanlar Avrupalı yerleşimcilerin göklere çıkardığı “yeni dünya”nın olumsuz arka yüzü bu. Zor kullanılarak istila ve işgal edilecek bir kıta değil; tam tersine neredeyse bizim ruhumuz duymadan, bizim yaşam ve üretim biçimlerimizden doğmuş, bizim eserimiz olarak kurulmuş bir millet. Toplumlarımızın aynadaki sureti olan Yedinci Kıta; yaşamak istemediğimiz, reddedip attığımız şeylerden oluşmuş bir ülke.”

  İstanbul Bienali Direktörü Bige Örer ise, “İklim krizinin tartışmasız bir gerçek olduğu, insanların yaşam biçimlerini, üretim ve tüketim sistemlerini temelden değiştirmek zorunda oldukları bir zamandayız. Tüm bu acil tartışmalar içinde sanatın farklı perspektifler sunması, alternatif gelecek hayalleri kurması kaçınılmaz.” diyor.

  Ben, bienalin İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin Tophane’deki yeni binasına gittim. İstanbul Resim ve Heykel Müzesi için kat yerleşimleri ve temalar birinci kattan üst katlara doğru katmanlı ilerleme göstermekteydi; alt katlarda başlayan hikaye bütünlüğü, sanatçıların ve eserlerin temaları üst katlara geçtikçe bir nevi dallanıp budaklanmaktaydı. Sesli rehber denilen bir seçenek ile de dolaşabileceğiniz gibi tamamen serbest, bağımsız algıladığınız ve anlamlandırdığınız kadarı ile de izlemek, görmek mümkün. Her sanatçıya ayrılan bölümünde eserini oluştururken neyden etkilendiği neyi vurgulamak istediği ve ne ortaya koymaya çalıştığına dair rehber notlar vardı.

  Her sanatçı ele aldığı konuyu aktarmak için farklı farklı yollar tercih etmişti. Kısa belgesellerin gösterildiği televizyonlar, projeksiyon odaları, kulaklıklarla dinleyebileceğiniz ses efektleri kullanılmıştı tabii bunun yanı sıra etkileyici ışıklandırmalar da vardı.

  Her oda değiştirdiğinizde farklı bir olay örgüsüyle karşılaşıyorsunuz ve bu durum sizi farklı düşüncelere, duygulara götürüyor. Hatta bazı odalarda üzerine düşünmenizi sağlayacak ve incelemek isteyeceğiniz o kadar eser var ki odadan çıkmanız hayli zaman alabiliyor. Her odada doğanın farklı bir yönünü ele alıyorsunuz ya da insanların doğaya yaptığı başka bir müdahaleye şahit oluyorsunuz demek daha doğru olur. Bunlara şahit oldukça da çevrenize karşı farkındalığınızın arttığını hissedebiliyorsunuz ve doğaya daha fazla duyarlı olmamız gerektiği düşüncesiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Örneğin, İstanbul’un her tarafını sarmış olan inşaatlardan bir tanesiyle de bienalin girişinde karşılaşıyorsunuz. İlk girdiğinizde bu durum normal gelirken hatta o kadar da dikkat etmezken, bienalden çıktığınızda aynı inşaat gözünüze çok daha farklı geliyor. Aynı inşaata karşı oluşan, öncesi ve sonrası bakış açınızın bu kadar etkilenmesi bienalin amaçlarından küçük bir tanesinin gerçekleştiğini göstermektedir.

  Bu bienali sadece müze olarak değerlendirmemeli ve bienale sadece müze gezmeyi sevenlerin gidebileceği bir yer olarak bakmamalıyız. İşin sanatsal boyutu dışında serginin amacı insanların dikkatini tekrar doğaya, doğaya verdikleri zarara çekmek. Sanat ise bunu daha ilgi çekici hale getiren güzel bir araç. Bu yüzden eğer gitme şansınız varsa mutlaka bienali ziyaret edin ve Yedinci Kıta’ya siz de yakından şahit olun.

Cemre Çoban